Asosyalsin Ama Günüme Renk Kattın – Steven Wilson’la İstanbul Mini Turu

1 Mayıs 2016 sabahın erken saatleri, henüz gökyüzü tamamen aydınlanmamış, hafif serin, sadece martıların telaşlı sesleri. Erkenden uyanmış, gerçeklik algısını biraz yitirmiş ben, hatıralarında, kalbinde, özel köşesi olan Steven Wilson’dan gelecek olan mesajı beklerken, kısacık günde fazla da yorulmadan İstanbul’daki turistik gezimizin planını son kez kontrol ediyordum. 1 Mayıs olduğundan ve yakın zamanda yaşanan terör saldırılarından dolayı son derece temkinli olmalıydım, Steven ilk kez Türkiye’ye geliyordu ve önceki hafta görüşmemizi planlarken onu mümkün olduğunca güvenli şekilde gezdireceğime söz vermiştim.

Steven Wilsonla ilk kez tanışmam 20 Ekim 2013 Londra’nın değerlisi Royal Albert Hall konserine uzanıyor. Üniversiteden mezun olduktan sonra, sınırlarımı zorlayarak gittiğim küçük Londra gezimi bilerek Royal Albert Hall konserine göre ayarlayıp, konser sonrası için misafir listesine adımı yazması (tamamen şans eseri) ile bir nevi çok da uzun olmayan ömrüme unutamayacağım kocaman bir heyecan armağan etmişti üstelik Londra konseri demek tüm eş dostunun yanında olması demekti ve yine de bana zaman ayıracaktı. Güzel insan…

Öğleden sonra nerede olduğunu öğrenmek için konuştuğumda İstanbul’a geçebildiklerini öğrendim,önceki akşam konser verdiği Sofya’dan grup ve koca tur otobüsüyle sınırdan geçmeleri epey zaman alacaktı fakat otele varmıştı bile, tabi küçük bir detayı Türkiye sınırında bırakarak… Ekipmanları sınırda kalmıştı ve ertesi gün sabaha karşı geçirebileceklerdi ancak… Güvenilirliğinden şüphe edilen bir ülkeye ilk kez gitmek için 365 günün içinden cımbızla seçilmişti, 1 Mayıs… Şans.

Tam konuştuğumuz gibi 15:00’da otelden onu almaya gittim, biraz lobide beklerken olanlarla beraber gerçeklik algım giderek bulanıklaşıyordu ve geldiğinde, işte tam o anda, “Honey! There you are!” deyip kollarını açtı, sarıldık. Pekala! Hiç de heyecandan ölecek gibi değildim, sanki yıllardır tanıdığım ama uzun süredir görmediğim arkadaşımla buluşmuş gibiydim. Neden bu kadar rahattım? Evet sanıyorum, uzun zamandır tüm şarkılarını içselleştirip, yakın dostunuzmuşçasına gördüğünüz biriyle karşılaştığınızda yabancılık hissetmeyebiliyorsunuz. Menajeriyle de kısa bir “Steven sana emanet” konuşmasından sonra dışarıya çıktık. Taksinin arka koltuğunda emniyet kemeri takmasına güldüm, ben de taktım! “So you are a musician and you sing” demesiyle içimden şaşırsam da çünkü müzikle uğraştığım konusundan ona bahsettiğimi hiç hatırlamıyordum, “eh evde müzik yapmaya çalışıyorum işte” diyerek kısaca bahsettim çünkü 650 sayfalık diskogrofisi olan bir müzisyene “müzikle uğraştığımı” anlatmak benim için dünyanın en zor şeylerinden biri olabilir.

Karaköy, hava kararmadan önceki son üç-dört saat, hava ılık, rüzgar yumuşak, deniz masmavi. Konu müzik olunca zaman da hızlıca geçiyordu, en çok elektronik müzik ve alt türevlerinden bahsediyorduk Surgeon, Autechre, Dalhous, Regis gibi isimlerden, Berlin ve Londra elektronik müzik sahneleri kıyaslamalarına kadar… Benim için inanılmaz besleyici bir sohbetti. Önerdiği bir çok albüm oldu, Spotify’da bulduklarımızı işaretledik, bazıları yoktu ve onları aklının bir köşesine not etti, gün sonunda eve gittiğimde e-posta gelen kutusunda o albümleri gördüğümde mutlu oldum. İnsanları mutlu etmeyi seviyor, bunu gerçekten seviyor. Thank you Steven!

“I’m not miserable at all.” Evet, bedbaht olmadığı ve hayatı içinden gelerek, severek yaşadığı her halinden belliydi. Masada oturmuş, Nirvana tişörtü üstüne Kanye West ceketi giyen çocukları çekiştiriyorduk. “Honey, when it comes to music I’m very snobby.” ya da böyle olmaya çalışıyordur belki. Şu bir gerçek ki, müziğe verdiği emeğin, zamanın, adanmışlığın gerçekten karşılığını görmüyor olması beni üzüyor. Özellikle solo ve Porcupine Tree dışında yaptığı çok değerli işler varken, onları arka sıralara koymak zorunda bir bakıma, örneğin Bass Communion albümü çıkardığında neredeyse hiç satınalınmıyor, böyle albümlerin yapımı müthiş emek, zaman ve maddi kaynak gerektiriyor. Tırnaklarıyla kazıyarak, müthiş emekler vererek, uykusuz geceler geçirerek geldiği yerin asıl hakettiği noktaların çok daha gerisinde kaldığını düşünüyorum ama bir yandan onu tüm samimiyetiyle seven dinleyicilerinin varlığı bir çok müzisyenin kariyeri boyunca sahip olamayacağı derinlikte.

Aya Sofya’ya gittiğimizde yüzündeki büyülenmişlik ifadesini net bir şekilde görebiliyordum. Sütunlara dokunuyor ve tarihi hissetmeye çalışıyordu ve pek tabi ki selfie çekmeyi ihmal etmiyordu!

Yerebatan Sarnıcı! “Thanks for all the fish İstanbul!” Balıklar, Medusa, Yerebatan Sarnıcı’nın muazzam atmosferiyle Bass Communion ve ambient müzik hakkında konuşuyorduk. Keşke böyle bir yerde konser yapılabilse idi! Ardından Sultanahmet Camii ve sık sık sözünü ettiği köpeği Milly, ah Milly ne şanslı, sürekli hatırlanıyor, özleniyor, ve çok seviliyor.

Biraz acıkmış ve tatlı bir şeyler yemek istiyorduk, yürümek istedi biraz tarihi sokaklarda, Karaköy’e kadar yürüdük, baklava dolusu tabaklarla ödüllendirdik kendimizi. Royal Albert Hall konseri sonrası verdiğim lokumları hatırladık, dönüşte bir kutu lokum alacaktı, unuttuk tabi…Belki bir dahaki sefere.

Vapurla Kadıköy’e geçtik! “Cool place!”
Karga Bar’da şansımıza o gece ne müthiş bir playlist vardı! Prog quiz fırsatı çıktı ona da ve de kılpayı ile birinciliği kaçırdım!

1 Mayıs, İstanbul’u gezmek için en uygun gün değildi, bir çok yer kapalı, olduğundan gece geç saatte acıkınca açık bulduğumuz ilk yere oturduk Beşiktaş’ta. Beşiktaş’ın atmosferini sevdi ve o saatte Londra mezarlık gibi olurdu dedi. Günün sonunda İran’dan gelen dinleyicileri mekanda Steven’ı tanıyınca duygusal anlar yaşandı, konser için İstanbul’a gelmişler, Steven konser sonrası kulise davet etti, herkes mutlu ayrıldı oradan. Bana da İran’a gittiğimde kapısını çalacağım arkadaşlar kazandırdı. İnsanları mutlu etmeyi seven, rahat, hayatla barışık, mutlu bir Steven Wilson vardı.

O günü sevmemek, unutmak için birilerinin ancak beynimi yerinden çıkarıp üzerinde davul çalması gerekiyor. “Get All You Deserve Steven.”