Bu hafta Haziran ayında Prag’da geçirdiğim birkaç günün müzikli mevzularını anlattığım bir yazı paylaşmayı planlıyordum, ancak 4 Ağustos 2016 Perşembe akşamı yaşanılan mini bir şaşkınlıkla bu yazıya koyuldum. Bir grup insanın yaşadığı gecikmiş tatlı bir telaş halidir şimdi aktaracağım…
Geçtiğimiz günlerde, bir arkadaşımın tavsiyesiyle Victor Wooten’ın “The Music Lesson” isimli kitabını okumaya koyuldum, henüz ilerlemiş sayılmam ama dilini sevdiğimi ve bunu da müzikle kurduğu bağı etnografi yazar gibi aktarıyor olmasında bulduğumu söyleyebilirim şimdilik. Wooten, ilk birkaç sayfada müziğin ne olduğunu sorgulatmaya ve bu soruya cevap vermeye çalışırken, müziği kişileştirerek onunla tek taraflı bir ilişki biçiminin mümkün olmadığını ve uzunca bir zaman düştüğü en büyük yanılgının belki de bu olduğuna vurgu yapıyor. Wooten, bu yanılgının müziğin ne söylediğini dinlemekten çok duymak istediği şeyi dinlemek olduğuna dikkat çekiyor. Müzisyenlerin (elbette her müzisyenin değil), müziğin sosyal yönü üzerine soru yöneltmeyi ya da anlamsal sorgulamarı eksik ettiğini düşünen ben için, kitap çok sevimli başladı. Buradan varmak istediğim yer, aslında müzik aracılığı ile kurduğumuz tek taraflı, bazen de çift taraflı (bence de daha zengin kurulan) ilişkiler. Perşembe akşamı Eindhoven Hub Expat Center’da Music with Strangers (daha evvel ilk Fragmanlar başlığı ile bahsetmiştim sizlere) ekibiyle takılırken yaşadığımız ve sonrasında aydığımız minik tatlı heyecanın ardından bu ilişki kurma biçimleri üzerine düşündüm. Sizlerin de aklına minik bir kurt düşsün istiyorum.
Her Perşembe olduğu gibi topluluğu oluşturan müzisyenler mekâna yayılmış vaziyette, kimisi bir sonraki konser için prova alıyor, kimisi de doğaçlama akustik şarkılar söylüyordu. Bir yandan da bahçede birkaç gitar ve vokalle birlikte The Animals’dan “House of The Rising Sun” söyleniyordu. O sırada, mekânın önünden geçen on – on beş kişilik gruptan bir kadın mekâna yanaşarak başka bir performans ortaya koymak suretiyle parçaya eşlik etmeye başladı. Arkadaşlarının bir kısmı hafif ilerlemiş kendisini beklerken, bir iki arkadaşı da ellerinde telefonları ile olan biteni çekiyordu. Bizim tarafta ise, kadının sesinden oldukça etkilenmiş, kadına odaklanmış bir hal hakimdi. Çok tatlı bir eşlik ardından, kadın bize veda edip ayrılırken, ekip “Knockin’ On Heaven’s Door” çalmaya başladı. Derken kadın ileride bir adamı ikna ederek onu da tekrar Hub’ın önüne sürükledi. Bu sefer tüm arkadaş grubuyla birlikte yeniden mekânın önündeydiler ve çalan ekibe tatlı tatlı bakınıyorlardı. Kadın bu kez nedense pek sönük kaldı o güzelim vokalini susturdu, ama kendini tutamadıkça da yine eşlik etti. Bu sırada hâlâ fotoğraf ve kayıt alan arkadaşları bende ve etrafımdaki herkeste sıradan turist grubu oldukları hissi yaratmıştı. Kısacık bir beklemenin ardından grup yeniden veda edip ayrılırken, geride kalan ve kayıt yapan, fotoğraf alan iki kadın, gitar çalan MwS (Music with Strangers) elemanlarından birine “Bruce Springsteen’den bir şeyler çalıyor musunuz?” diye sorup, maalesef olumsuz cevap alarak grubu yakalamak için uzaklaştılar. Evet, buraya kadar anlamsız bir şey anlatmışım gibi durduğunu biliyorum. Bütün bunların anlam bulacağı asıl mesele şu ki, bahçeye yanaşıp bir anda şarkı söyleyen kadın aslında Patti Scialfa’ydı (kendisi şarkıcı ve söz yazarı olmanın yanı sıra, Springsteen’in de eşi olur). Mekânda yaklaşık on kişi şarkı söylüyordu ve o sırada, o grup içerisinde Bruce Springsteen’i kimse farketmemişti. Scialfa’nın sonradan gidip kolundan tutup getirdiği adamı hiçbirimizin farketmemiş olması da sanıyorum olanca normalliği ile Scialfa’nın kendisine hayran kalışımız ve tamamen ona odaklanışımızdı. Şimdi düşünüyorum da belki de kendisinin geri dönüşündeki sessizliği yanında duran ve bizlerin maalesef farkına varmadığı, usulca “Knockin’ On Heaven’s Door”a eşlik eden adamdı. Kim bilir… Bu durum grubun ayrılışı ardından kayıt alan kadınların geri dönüp iki müzisyenle minicik bir sohbet edişiyle fark edildiğinde ise, herkes kendini biraz aptal, biraz şaşkın biraz da utanmış hissediyordu. “Bruce Springsteen oradaydı ve biz farkına varmadık nasıl olur?!”, “Evet ama kadın harikaydı, hepimiz ona odaklandık!” ve daha nicesi…
Zannediyorum kızlarının binicilikle olan yakın ilişkisi sebebiyle Eindhoven’dalardı. Bu tesadüf bir de gazeteye taşınmış ki, şu saatlerde (5 Ağustos) sosyal medyada MwS ekibi ve Hub sakinleri bu hadiseyi konuşuyor. Benim için ilginç olansa, herkesin The Boss’a odaklanıp Patti Scialfa’yı, ya es geçmiş olması ya da canım kadını “eşinin sesi çok güzelmiş” şeklinde anması…
Gazete haberi için tıklayınız…
Sonunda, bu yaşanan tatlı, bazılarımıza göre belki anlamlı belki anlamsız heyecanın ardından ben de Wooten’ın kitabına döndüm. Müzikle kurulan ilişkiye… Elbette, o sırada herkes başka bir ilişki kurmuştu müzikle, söylediği şarkıyla, çaldığı enstrümanla ve izlediği şeyle… Herkes aynı zamanda bir anı performe ediyordu ve başka bir performansa ortak olurken de ayrı bir ilişki kuruyordu. Bütün bu çemberin dışında kalan hiçbir şeyi de farketmiyordu haliyle… Kafamda dönen soru ise, kaçımız yalnız ve tek taraflıydık müziğe karşı tüm performans(lar)ın içinde ya da kaçımız çift taraflıydı…