Birçoğumuzun, Taksim Dorock Bar’da düzenli sahne alan ve türünde Türkiye’nin en iyi cover gruplarından Razor’ın eski gitaristi olarak tanıdığı Barış Dai ile tatlı minik bir sohbet gerçekleştirdik.
Bir süredir Hollanda’da yaşadığın seni takip edenler tarafından biliniyordur, ama bilmeyenler için Barış Dai Türkiye’deyken ne gibi müzikli mevzular içerisindeydi biraz anlatabilir misin?
Türkiye’den ayrılmadan önceki son 7 senem, heavy metal konusunda ülkenin en iyi cover gruplarından biri olan Razor ile geçti. Haftada iki kez, dört saati bulan (bazen aşan) programlarda metalin türlü türlü örneklerinde Razor’la gitar çalıyordum. Haliyle bu süreçte aktif olarak başka bir şeyle ilgilenmek çok kolay olmasa da dönem dönem başka gruplarla da kısa süreli çalışmalarım oldu. Bunun yanında bugüne kadar tüm röportajlarımda da bahsettiğim, sürekli beklettiğim bir solo projem var. Razor’dan önce “Time” isimli 6 parçalık bir EP yayınlamıştım bu projeyle. EP ve coverlar dışında Türkiye’deyken bu proje için bir sürü beste biriktirmiştim, ancak pek kimselerle paylaşmadım bunları.
Razor grubunu merak edenler için; tıklayınız…
Razor ayrıca Metallica’nın Black albümünü baştan sona çaldıkları bir gece de düzenlemişlerdi, kaçıranlar için;
Peki, şimdi neler yapıyorsun? Düzenli sahne yaşamından uzaklaşınca hayatında neler değişti?
İlk olarak yeniden müzik dinlemeye başladım. Düzenli sahne döneminde yeni çıkan albümleri de pek takip edemiyordum ancak bir süre sonra takip etmeye başladım. Sanırım her hafta saatlerce başkalarının yazdığı şarkıları çalışmak ve çalmanın müzik dinleyememe gibi bir etkisi oldu bende. Bunun dışında kendi müziğime odaklandım. Türkiye’deyken bir kenara kaydettiğim fikirleri ayıkladım, yarım kalanları tamamlamaya başladım, üstüne yenilerini ekledim.
Solo projemin yanı sıra, Music with Strangers (MwS) isimli bir komünitenin parçasıyım. MwS, çoğunluğu müziği hobi olarak gören kişilerden oluşan uluslararası bir topluluk. Geçen sene baktığımızda ekipte 25 farklı ülkeden gelen insanlar vardı, şimdi biraz daha artmış olmalı. MwS ile 3-4 ayda bir konserler düzenliyoruz. Tabii bu konserlerde büyük ekip içinden küçük gruplar oluşturarak sahne alıyoruz, gözünüzde bir orkestra canlanmasın yani.
Var mı peki düzenli grup işleri, müzik yaptığın birileri?
Birlikte müzik yaptığım insanlar var tabii, Music with Strangers’ta türlü türlü insanla birlikte müzik yapıyorum. Ayrıca MwS bünyesinden çıkma çiçeği burnunda bir hard rock–blues grubum var. Bu grupla şu ana kadar MwS konseri içinde sahne aldık. Eylül ayından itibaren her Pazartesi stüdyoya kapanacağız. Yakında meyvelerini toplamayı umuyoruz.
Dinlediğin ve icra ettiğin müziğin müzisyenliği, müziğin paylaşımıyla ile ilgili bir kıyaslama yapabilir misin Hollanda’da ve Türkiye’de gözlemlediklerin üzerinden?
Çok zor soru… Nasıl özetlenir bilemiyorum. Çok amatör örneklerle de karşılaştım, aşırı profesyonelce olanlarla da. Ama her ne olursa olsun, Türkiye’deki tecrübelerimle karşılaştırınca kolektif şarkı yazımından, stüdyo kiralamaya kadar ciddi bir bakış açısı farkı olduğunu görüyorum. Belki Hollanda’ya gelene kadar çok uzun zamandır aynı grupla çalıştığım ve artık onlarla bir aile gibi olduğumuz için yeni şeyler bana tuhaf geliyor da olabilir tabii. Gözüme çarpan ilk fark şuydu: oluruna bırakmamak. Bunu Türkiye’de de yapan gruplar vardır eminim ama benim için farklı bir deneyim oldu. Örneğin geçenlerde birlikte müzik yapmayı düşündüğümüz bir arkadaşın bestesi için söz ve vokal partileri yazmıştım ve sonuç olarak “Burada ne anlatmak istedin?”, “Neden böyle yazdın?”, “Burada söylediğinle bir önceki dize ile çelişmiyor mu?” şeklinde bir soru bombardımanına tutuldum. Ya da “Aa! Burada vokal şu notaları takip ediyor, çok mantıklı” gibi yorumlar geldi. Benim açımdan da bir şarkının bir biçimi olmalı, ancak müzik yazımında aşırı kontrolü çok tuhaf buluyorum. Söz ve müzik yazımı benim için bir trans hali ve yazdığım müziği kendi gözümden değerlendiremiyorum. Sorular geldikçe “Herhalde ‘karakter’ şöyle düşünmüş burada”, “Burada ‘karakter’ şunu da demek istemiş olabilir, bunu da” gibi cevaplar verebildim. Zaten sonra bu işi birlikte yapmamamız gerektiğini anladık. Söz konusu şarkıyı yazarken bana çok net görünen bazı şeylere daha sonra anlam veremedim; çünkü şarkıyı yazan benmişim gibi hissetmiyorum. Kendi yazdıklarımı üçüncü bir gözden yorumlamak durumunda kaldım. Tabii bu çok da yanlış bir şey değil. Nasıl ki okuduğumuz bazı kitaplar boşlukları okuyucuya doldurtuyorsa, bazı şarkıların da hikayesini dinleyici kendi adına tamamlayabilmeli. Bu örnek verdiğim olaya kadar birlikte müzik yapabilmek için beraber üretilen şeyin kulağa ve ruha güzel gelmesi yeterlidir sanıyordum. Gerçi benim için hala öyle. İçinden gelenleri ne kadar filtreden geçirirsen, o kadar sentetik bir müzik üretirsin diye düşünüyorum.
Müziğini ve müzisyenliğini daha çok dinleyiciye ulaştırmak için hangi kanalları kullanıyorsun?
Facebook sayfamı, YouTube kanalımı ve instagram hesabımı kullanıyorum. Ancak bu aralar beste işlerine yoğunlaştığım için sosyal mecralarda pek aktif değilim.
Ne gibi zorlukları var peki bu kendin pişir kendin ye durumlarının?
Yalnızlığın getirdiği birkaç avantaja karşın bir sürü zorluğu var. Bu zorluklar tabii solo proje olduğun için gelmiyor, yalnızlık asıl kendi menajerliğini yapan müzisyenlik kısmında başlıyor. Her şeyle bireysel olarak uğraşmak çok yorucu ve insan ister istemez bir menajere ya da sosyal medya yöneticisine ihtiyaç duyuyor. Ancak o da henüz turlamayan ya da düzenli olarak şarkı yayınlamayan bir müzisyen için ekonomik açıdan mantıklı bir seçenek değil. Bu da yorucu oluyor tabii. “Aman şöyle bir şey kaydedeyim”, “şu şarkıya davul yazayım” diye başlıyor ama sonra “aman kendimi unutturmayayım”, “fotoğraf paylaşayım” derken müzik yazımı bir türlü tamamlanmıyor. Dahası, bazen müziğe bakmayı tamamen unutuyorsun. Bu aralar internette fazla paylaşım yapmama nedenim de bu döngüden sıkılmış olmam aslında. En ünlüsünden, amatör gruplara kadar birçok müzisyen/grup da bahsettiğim döngünün içinde kaybolduğunun farkında değil. Sosyal medya kanallarımızı müziği yaymak için açıyoruz, ancak “selfie”ler, vloglar, reklamlar içinde kaybolmuşken asıl amacımızı unutuyoruz. Ben de bestelere yoğunlaşıp elle tutulur bir dizi kayıt ya da albüm yayınlamadan sosyal medyadaki hızı biraz düşürmeye karar verdim.
Yine seni takipte olanlar bilecektir, ama sen sanırım bu gitarist yarışmalarını filan da seviyorsun biraz?
(Gülüyor) Artık değil! 2015 ve 2016 yıllarında iki önemli gitar yarışmasına katıldıktan sonra bakış açım biraz değişti bu konuda. Derece, ödül olarak bir şey kazanamadım ne yazık ki. Ancak gerçekten çok güzel yorumlar aldım ve ses duyurma açısından çok güzel iki fırsat oldu bu yarışmalar. Kendi menajerliğini yapan bir müzisyen için asıl ödül de bu zaten. Tabii derece alsaydım çok daha fazla kişiye ulaşabilecektim, ancak o dereceyi benden daha çok hak edenler vardı ve hak ettiklerini de aldılar.
Artık yarışmaları sevmeme nedenime dönecek olursak… 2015’teki yarışmada tamamen içimden geldiği gibi davranıp, öyle olağanüstü gitar teknikleri şovlarına bulaşmadan usul usul yazdım solomu. Baktım bu işlemiyor, 2016’daki yarışmaya katılırken daha fazla hız ve teknik içeren bir solo yazdım. Yazım ve çalmak için günlerce çalıştım, çabaladım. Oldukça güzel yorumlar ve yeni takipçiler olarak geri dönüşü oldu bunun ancak yine derece adına bir şey yoktu. Geçenlerde yine bir solo gitar yarışmasına katılmak için kompozisyon yaparken (sadece solo değil, sıfırdan başlanıp tamamlanmış bir şarkı) kendimi “Ya iyi de herkes bu işi bir yarış olarak görüyor, ben tat alamıyorum.” diye düşünürken buldum. “E iyi de zaten yarışma için çalıyorsun ya adam!?” diye kendime cevap verip katılmamaya karar verdim. Amacımız müzik ise, bunun gösterileceği mecra bir yarışma olmamalı. Tabii ki teknik konusunda insanlar yarışabilir, birileri gerçekten “en iyi gitarist” olabilir ya da seçilebilir. Ben “en iyi” değilim… Bana göre müzik bir ifade şekli olarak kalmalı. Anlatmak istediğimi ifade edebildiğim sürece, ya da birilerine bir şeyler anlatabileceğim sürece kendimi iyi bir müzisyen ya da gitarist olarak varsayabilirim. Bu his de hiçbir yarışmada ödül olarak verilmiyor.
Peki, hangi ekipmanları kullandığını paylaşabilir misin bizimle? Var mı olmazsa olmazların? Neleri önerirsin mesela ?
Eskiden olmazsa olmazlarım vardı. Biraz teknik bilgi olacak, kusura bakmayın. Sahneye çıktığım zaman, aman farklı akort sistemleri için farklı gitarlar olsun, “Whammy’m olmadan asla” takıntısı, amfim lambalı olsun, efekt pedallarım “true-bypass” olsun, say say bitmez… Hala efekt kullanmayı çok seviyorum ancak daha mütevazı ekipmanlar tercih ediyorum. Artık gerçek bir amfi yerine gitarı bir bilgisayara, hatta bir tablete bağlayarak yazılımsal amfi modelleri kullanarak gayet iyi sonuçlar elde edebiliyorsunuz mesela. Bu aralar ben de öyle yapıyorum. Öneri olarak da, neyle mutlu oluyorsanız en iyi ekipman odur diyorum.
Var mı bir albüm planı halihazırda?
Bir planım var, evet. Sonbaharda kayıt süreci başlıyor. Neredeyse her şeyi tek başıma yapacağım bir albüm olacağı için ne kadar süreceğini kestiremiyorum ancak dileğim 2016 bitmeden bir şeyler sunabilmek.
Kıyıda köşede birikmişin var mı?(gülüyoruz)
Olmaz olur mu? (Gülüyor) Senelerin birikimi var, ancak müzikal zevkim çok çeşitlilik gösterdiği ve zamanla değiştiği için bugün beğendiğimi yarın kötü bulabiliyorum. Yani o kıyıda köşede biriken beste fikirlerinin tamamı çöpe de gidebilir, hepsi bir gün yayınlanabilir de.
Nasıl işliyor peki beste yapma işi? Nasıl doğuyor sende, herkesin başka bir hikayesi vardır muhakkak…
İlham çok farklı şekillerde gelebiliyor, anlatmak zor. Kesinlikle herkesin ilham perisinin çalışma şartları farklı. Kimimiz hüzünden besleniyor; kimimiz öfkeden, kimimiz aşktan, kimimiz paradan, kimimiz parasızlıktan… Bazen dinlediğim başka bir şarkı da ilham olabiliyor bana. Örneğin Lullaby of Rhosus o şekilde çıktı. Altyapıdaki akor dizilimini duyunca kafamda bir melodi çalmaya başladı, o melodi aklıma Arsuz’u getirdi ve gerisi daha önceden bahsettiğim trans halinde çıktı. Arsuz benim için çok özel bir yer. Şarkının oluşum sürecinde zihnimde Akdeniz’in o güzel koyunda, deniz kenarında yürüyordum mesela. Sonrasında altyapı sahibinden izin alıp ufak değişiklikler yaptıktan sonra şarkıyı kaydedip yayınladım.
Kimleri takip ediyorsun? Şu ara kimleri dinliyorsun?
Takip ettiğim aktif müzisyenler/gruplar arasında ilk aklıma gelenler: Camel, Intervals, Steven Wilson, Freak Kitchen, King Crimson… Bu saymakla bitmeyecek gibi (gülüyor). Ama genel olarak prog rock çatısı altındaki isimler diyebilirim. Son zamanlarda dinlediğim şeyler de çeşitlilik gösteriyor. Birkaç gün önce Plini’nin “Handmade Cities” albümü yayınlandı, onu dinliyorum. Devin Townsend Project’in yakında çıkacak olan “Transcendence”ından çıkma “single”ları dinliyorum bir de. Sanırım bu röportajın yayınlandığı günlerde “Transcendence”ı dinliyor olacağım, albümün çıkışını bekliyorum.
Kendisinden en sevdiği gitarist ve gruplarla ilgili bir liste istediğimizde:
Çok zor… Gitaristleri bir 5’e sığdıramam, normalde de pek liste yapamam zaten (gülüyor);
Gitaristler: Aaron Marshall, Andy Timmons, Eric Johson, Guthrie Govan, Mattias Eklundh, Steve Hackett
Gruplar: Anathema, Camel, Dream Theater, Freak Kitchen, Genesis, Intervals, Katatonia, Opeth, Pink Floyd, Porcupine Tree