“… Aklıma gelen tek şey bol bol müzik yapmak, konserlerde bir araya gelmek… … Ancak böyle ayakta kalabiliriz. Çünkü müzik sahnede yapılıyor…”
“…hayalim, her şeye rağmen “Türkiye’den acayip işler çıkıyor” denmesi. Benim de tutkum bu! …” Sinan Sakızlı

Serinin röportajında konuğumuz, Hayyam Stüdyoları’nın kurucusu; birçoğumuzun besteciliğiyle belki ilk olarak tanıdığı ses/kayıt mühendisi, prodüktör Sinan Sakızlı.
Eminim sevdiği müzisyenlerin ve albümlerin mutfağını merak edenleriniz ismine sıkça rastlamıştır. Kendi adıma, Baykuş Müzik ismiyle zamanında çıkmışlara bakıp yüzümün çokça güldüğünü rahatlıkla söyleyebilirim. The Secret Trio’dan Gevende’ye, Bajar’dan Gaye Su Akyol’a dinlemeyi, duymayı sevdiklerimizde emeğinin olmasının yanı sıra sizlerin de sevdiğini düşündüğüm bazı film ve belgesellerde, bugünlerde yeni dijital platformlara hazırlanan programlarda duyduğumuz müziklerde imzasını görüyoruz.
Sakızlı bestecilikten, stüdyo yürütücülüğü ve müziğin mühendisliğine kadar farklı birçok yönden müzik dünyasının göbeğinde yer alıyor. Bu dünyanın hâli hazırda içinde olduğu, pandeminin de altını kazıdığı sorunları bir de onun gözüyle düşündük, paylaştık. Farkına varmadığımız yönleriyle müzik dünyasına, müziğin paylaşımına ve mekânsallığına dair yeniden düşünmemize yardımcı olacak bir sohbet olduğunu düşünüyorum. Başlayalım mı?
Vakit ayırdığın için ve görüşme şansımız olduğu için çok mutluyum, çok teşekkür ederim Sinan. Nasılsın iyi misin?
Ben teşekkür ederim. İyidir valla artık bu soruya, memleketin halinden iyi olmaya çalışıyoruz, diye cevap veriyorum. Yani öyle özetlenebilir herhalde…
Yine de pozitif algılıyorum bu cevabı (gülüyoruz).
Yani işte… yine de umut var şeklinde diyelim (gülüyoruz)
Hemen kemik sorum üzerinden başlayarak pandemin nasıl geçti, diye sormak istiyorum. Son yapılan açıklamalar (biz 22 Haziran tarihinde yapıyoruz bu görüşmeyi), bir stüdyonun başında olmak, bu süreçte işler nasıl etkilendi, siz nasıl yoğruldunuz?…
Pandemi biraz herkes gibi şizofrenik geçti tabii… Önce dünya fena halde karardı ne yapacağız ne edeceğiz ölecek miyiz kalacak mıyız vesaire (biraz duruyor) … Belki şuradan anlatmak lazım, Gezi sonrası dönemde “sevdiğimiz bir işi yapıyoruz, onu yapmaya devam edelim ve en iyi şekilde yapalım” falan gibi bir ruh hâliyle ayakta kaldık, hayata tutunduk. Oportünist bir tarafı da var tabii bu bakış açısının ama birdenbire o severek yaptığımız iş de elimizden alınınca pandemi sayesinde, bir anda ne yapacağımızı şaşırdık. Stüdyosu, müzisyeni herkes… Müzisyenler, belki bir tık daha şanslıydı şu anlamda; evde oturup beste yapan bir sürü arkadaşım oldu. Güncel hayatın o karmaşasından sıyrılıp oturup bestelerine yoğunlaşabildiler. Ama stüdyoculuk öyle bir şey değil tabii. Stüdyoyu açman için orada insan olması gerekiyor. O yüzden öyle zorlandığımız, tünelin ucunda bir ışık görmediğimiz bir dönem oldu. Şimdi yavaş yavaş toparlanıyor gibi…
Peki, stüdyo ne zaman açıldı yeniden?
İlk dönemden bu yana düşününce, geçtiğimiz Haziran-Temmuz gibi bir açmıştık. Akbank Caz Festivali’nin 30’uncu yıl kayıtları yapıldı. Zaten kaydettiğimiz herkes ahbabımız olan insanlardı… İşte o ara bir kendimize gelir gibi olduk, sonra kış gelince tekrar karabulutlar sardı etrafımızı (gülüyor).
Peki, zorlu geçen bu ara dönemlerde doğrudan sana, kendi prodüksiyon sürecinden yorgun düşmüş miksajı ya da masteringi al benden, diye elinde işle gelen müzisyen oldu mu?
Oldu oldu… Zaten böyle giderse bu iş nasıl olacak diye çözüm ararken benim de kafamda biraz şekillenmeye başlamıştı bu tarz prodüksiyonlara dışarıdan destek verme fikri. Aklın yolu bir müzisyenlerin de tabii aklına geliyor böyle şeyler. Mesela, müzisyenin evde kayıt yapmaya başladığı andan itibaren başlayan bir tür danışmanlık yapmak. Abi bak onu böyle kaydetme, şöyle kaydet, odanın şurasında dur, bir kaydet gönder ben söyleyeceğimi söyleyeyim, vesaireden başlayarak sonuna dek yani… Sonrasında kaydettiği kanalları alıp oturup mixini yaparak geçen süreçler oldu. Öte yandan da pandemiyle beraber müzisyenler bestesini, aranjmanını yapayım, kaydını, mixini, masteringini de ben yapayım telaşına girdi… Ama tabii ihtisaslaşma önemli bir şey. Müzik için de öyle. En azından tamam sen evinde kaydet ama gönder, ben bir dinliyeyim yorumumu yapayım, daha iyi nasıl kaydedebiliriz, gibi bir yere yöneldik…
Şimdi stüdyo da tamamen açıldı sanırım (neyse ki ve çok şükür gibi kelimeleri döktüğüm bir sevinçle soruyorum bunu) …
Şimdi tamamen açıldı evet. Ama tabii bizim için önemli olan müzisyenlerin konser verebiliyor olması. Çünkü müzik dediğimiz şey aslında konser anında oluşan bir şey. Evde ne kadar müzik yaparsan yap, o biraz daha işin tasarımıyla mühendisliğiyle ilgili bir uğraş. Sahneye çıkıp seyirci önünde yaptığın şey müzik aslında. Şimdi o da yavaş yavaş yeniden başlıyor gibi. Bu işin ekonomisi de sonuçta konserler üzerinden dönüyor. Stüdyolar içinde öyle. Albüm dediğin şey gıdım gıdım para kazandıran bir şey. Asıl ekonomi konserlerle dönüyor müzisyen için, o ekonomi dönmeye başlayınca insanlar stüdyolara gelebiliyor. Çünkü eskisi gibi artık plak şirketleri finanse etmiyor albümleri. O açıdan, konserlerin başlıyor olması umut verici.
Bir meslek birliğine bağlısın diye tahmin ediyorum.
Evet…
Peki bağlı olduğun meslek birliği hem Sinan Sakızlı adına hem de Hayyam Stüdyoları adına ne kadar işe yaradı?
Ben MSG’ye üyeyim. Onun dışında daha önce yaptığım belgesel müzikleri var o sayede de BSB üyesiyim. Plak şirketlerinin sadece MÜYAP üzerinden dijital satış yapabildiği bir dönem vardı. O dönemin en sonuna doğru Baykuş Müzik vesilesiyle MÜYAP üyesi de oldum. Bunların hepsine üyeyim. Nasıl bir faydası oldu? Aşı… Aşı önceliği dışında pek bir faydası olmadı.
Peki bu meslek birliklerinde gördüğün artıyı eksiyi sorsam? Kiminle konuşsam, bir çatı altında olmanın pozitif yanı haricinde, ilginç deneyimler ve farklı olması beklenen yalnızlık hâli dile geliyor. Özellikle müzisyenlerden… Sen şimdi üç ayrı birlikten bahsedince merak ettim neler gözlemlediğini.
İşin MSG kısmıyla ilgili şöyle, belli telifler toplanıyor. Ne kadar başarılı ne kadar daha fazla toplanabileceği gibi kısımlar tartışmaya açık tabii. Aslında her konserden belli bir performans hakkı ücreti alınması gerekiyor. Performans hakları ile ilgili bu bildirimleri yapan böyle çok ciddi bir iki kurum dışında pek yer yok. Her konserden önce bir şarkı listesi meslek birliğine gönderilmeli, şu parçalar çalınıyor, diye… Onların da teliflerinin toplanması gerekiyor. Bu, bildiğim kadarıyla Pozitif vs gibi kurumsal yapıların organize ettiği konserlerde oluyordu. Onun dışında çok nadiren rastlanan bir şey maalesef. Bunların daha ciddi toplanıyor olması lazım. Kurumsallaşıyor olması lazım bu işin. Ama öyle bir ülkede yaşıyoruz ki bunlar devede kulak mı kalıyor, diye ara ara kendime sormuyor değilim. Çok az şey kuralına göre yapılıyor. Türkiye standartlarında düşündüğümüzde epey ileride aslında müzik sektörü bu anlamda bence her şeye rağmen…
Sinan’ın bu söylediğine heyecanla katılıyorum. Kendi adıma konser için gezdikçe, dünyada farklı sahneleri görüp alışkanlıkları gözleme fırsatı bulunca her dönüşümde İstanbullu müzisyen ve sahne emekçisi arkadaşlarıma söylediklerimi hatırlıyorum. Bir kez de burada yazılı belirtmek isterim. Son zamanların meşhur geyiği “coğrafya kaderdir” bu noktada olumlu bir fark yaratıyor bence. Türkiye’nin hem coğrafi anlamda kültürel zenginliği hem yaşadığımız ülkenin bize öğrettiği kendine üvey evlat muamelesi yapma hâli ve illaha ki o Batı’ya yetişeceğiz diye kendimizi aşma çabamız… Ne çok kulvar ne çok menzil diyorum bazen düşününce. Buralara taşınıp da sakin ve fazlasına ihtiyaç duymadığından sınırları da sade kalmış müzikal üretimleri gördükten sonra, bu gibi çıkmazların bize, sanat dünyalarımızda yeni kapılar açtığını düşünüyorum.
Dayanışma girişimlerini muhakkak duymuşsundur… Belki uzağında kaldığımdan, bana biraz, büyük bir felaketin ardından herkes bir anda bağırmaya başlamış ve buraya bakın, burada ciddi bir şey var, demeye çalışıyormuş gibi geliyor. Yani şu an müzik sektörünün halini biraz böyle görüyorum. Herkes bir şey yapmaya çalışıyor. Mekanlar, oluşan yeni topluluklar, devamlı iletişim ve toplantı hâlleri… Sen nasıl görüyorsun bu girişimleri?
Pandemi özelinde mi soruyorsun?
Pandemide daha çok odaklandık, ama ‘uzun süredir olan problemlere böyle dönemlerde nasıl çözümler bulabiliriz’ dayanışmaları bahsettiğim.
Eyvallah. Tabii ki kolektif yapılan işlere saygım sonsuz. Öte yandan, bu ülkede her şey böyle biraz kişisel başarı hikayeleri hâlinde oluşuyor. O çok üzücü… Devletin dört başı mamur bir sanat politikasının olamamasıyla da memleketin hor görülmüş, itilen, kakılan, insanlarıymışız gibi bir ruh hâli çöktü hepimizin üzerine. Pandemi onu daha da sert şekilde görünür kıldı. Bunun karşısında kolektif dayanışma elbette önemli. Ama işte bu kolektif işlerin bir handikabı olabiliyor, burada ihtisaslaşma meselesine geri döneceğim. Müzik çok şahsi bir şey bir yanıyla. Nasıl bir şiirin bir şairi var, bir filmin bir yönetmeni ya da bir görüntü yönetmeni varsa, müzikte de biraz böyle diye düşünüyorum. O kolektif mekanizmayı kurgularken bazen bu disiplin ortadan kaybolabiliyor. Kim var gitarcı, o gelsin, önüne bir mikrofon atıverelim, abi sen de şunu bir miksle vesaire… Saygım sonsuz bir yandan çünkü zor şartlarda ayakta kalmaya ve üretmeye devam etmeye çalışıyoruz. Ama işte benim hep hayalim başından beri Türkiye’deki ‘kayıtlı müzik’ çıtasının dünya standartlarına çıkarılması. Bütün bu “her şeye rağmen ayakta kalma” haline dair düşünürken o çıtayı kollamaya çalışıyorum. Bu memleketin doğru düzgün bir kültür politikası olmadığı için tüm bu süreç; hem belli kolektifler yoluyla üretmeye devam etmek hem belli bir teknik yeterliliği sağlamak hem de özgünlüğü korumak iyice zorlaşıyor. Kolektif duruşun yerini tutmaz tabii ama ben de konser veremeyen arkadaşlarımın kayıtlarını miksliyorum mesela, akçeli kısmını konserlerin başladığı zaman konuşuruz diyoruz. Böyle şeyler de söylenmez gerçi… Neyse uzun sözün kısası prodüksiyon kalitesini ve özgünlüğü de kollamak lazım bir yandan.
Ben tam da burada, Sinan’ın eskiden reklam müziği de yaptığını bilerek oradan sohbeti yönlendirebilir miyim düşünürken, o bunun çok eskide kaldığını zarifçe dile getiriyor. Ben de konuyu biraz eleştirel bir yerden konserlerin gerçekleşmesi için çare bulunamamış dönemlerde dahi devam eden dizilere getiriyorum. Öyle ya izlediğimiz dizilerin anlam dolgusu müzikle sağlanıyor. Sinan’ın yanıtı hem dizi müziklerinin faillerine dair merakımı hem de genel havaya dair eleştirel düşünceme yeni bir pencere açıyor. Kendisinden dinleyelim;
O tür prodüksiyonların besteci olarak olmasa da hala içindeyim, kayıt, mix vesaire anlamında. Bu yapımlar birçok müzisyenin hayatını kurtardı. Etrafımdaki birçok insan Netflix, BluTv gibi dijital mecralara müzik yaparak hayatta kaldı pandemide. Biz mesela GAIN diye dijital bir kanal açıldı, duymuşsundur muhakkak, “Sahne” adındaki müzik programının kayıtları, mix ve mastering’lerini yaptık, o bir dönem bizi ayakta tuttu. O işler olmasa çok daha zor geçerdi bu dönem. Birçok müzisyen de aslında televizyona, videoya müzik yaparak ayakta kaldı. Orası da önemli, can simidiydi yani…
Peki dünkü açıklama hakkında ne düşünüyorsun? (Müziğin belli bir saatte durdurulması ve kimsenin kimseyi rahatsız etmeye hakkının olmadığına dair söylemi kastederek… bu açıklamayı hatırlatıcı haber için tıklayınız…)
Ya ne diyeyim artık… (acı acı gülüşmeler) Ne diyeceğimizi ne hissedeceğimizi şaşırdık hep beraber. Yani biz de bu ülkenin böyle saygın, elinden iş gelen vatandaşlarıyız cümlesiyle başlayacak şekilde kendinizi ifade etme hissiyatından çok bunaldık (yine acı gülüşler). Böyle bir ruh hâlinde, ne söyleyeceğimi şaşırmış vaziyetteyim. Belli ki bu müzik işleri, hatta sanat sepet işleri tırnak içinde eğlencelik, olsa da olur, olmasa da olur gibi, tali bir şey olarak görülüyor bu yönetim tarafından…. Ama, biz yaptığımız şeyi yapmaya, iyi yapmaya devam edeceğiz.
Sinan’ın söylediği ve söylemediği kadarını anlayarak, katılarak ben de bu yok sayış ve görmezden gelişin yanına ‘acaba bir bilmeme hali de olabilir mi?’ diye çentiklemek istiyorum. Konuyu devlete ait kurumların pragmatist yanını ikna edebileceğine inanmak istediğim anket çalışmalarına ve hatta yine Müzik Platformu örneğine getiriyorum. Sürekli bunu dile getirmek, müzik dünyasının faillerinden bu örnek üzerinden fikirlerini duymak isteğim, gerçekten bu çalışmanın, girişimin yolculuğunu ve sonucunu merakımdan… Gerisini Sinan’dan duyalım;
Derinlemesine haberdar değilim bu konudan. Ama bence şöyle bir durum var, belli ki bu sektörden şu anki yönetime dişe dokunur bir destek çıkmıyor ve başımıza ne geliyorsa biraz da bu yüzden geliyor. Deneyimlediğimiz üzere müzik sektörüyle, tiyatroyla ya da diğer sahne sanatlarıyla ilgili yapılacak hamleler iktidar için anlamlı bir yatırım değil onların gözünden…
İBB’nin şehre yayılan konserleri var. Prodüksiyon kısmını gözlemleyebildin mi? Kendi kanalında nasıl ilerliyor?
Şimdiye kadar İBB’in organizasyonuna dahil olan bir müzisyenle konuşmadım. Bütün bu çabaları çok olumlu buluyorum, destekliyorum. Zaten eskiden belediyelerin düzenlediği bu tür konserler müzisyenler için önemliydi. Yani belediyelerin organize ettiği o konserlerden müzisyenler için bir ekonomi dönerdi. Sonra diğer her alanda olduğu gibi birtakım komisyoncular, ahbap çavuş ilişkileriyle filan muhalif, aykırı duran, yönetimle ilgili iki çift laf edebilecek herkes saf dışı kaldı. Hatta buna popüler isimler de dahil oldu bir ara, olumsuz anlamda payına düşeni aldı. Harbiye Açıkhava’ya çıkamaz olundu filan… Üniversite konserleri de çok önemliydi mesela, okulların rock klüplerinin, müzik klüplerinin organize ettiği, oralarda da birtakım bu bahsetmeye çalıştığım komisyoncu tipler baskın gelince, o festivallerin de ya tadı kalmadı ya da iptal oldu. Bunları düşünüp hatırlayınca, İBB’nin bu girişimini çok olumlu buluyorum, destekliyorum. Mutlaka buralardan faydalanacak müzisyenler çıkacaktır. Çünkü müzisyen olmak, sanat alanında hayatını kazanmak Türkiye gibi ülkelerde çok meşakkatli bir şey. Aslında sesini Avrupa’ya yurt dışına duyurduğun zaman bir anda hangi standartlar içinde nereye oturduğunu kavrayabiliyorsun. O yüzden sahne performansı anlamında atılan her yerel adım çok önemli.
Peki, sence çözüm yolu nerelerden geçer? Bunu sadece pandemi özelinde sormuyorum, pandemi sanki böyle bir kırbaç etkisi yarattı. Yine de ‘bizim daha büyük bir tokat yememiz gerekir’ diyen müzik insanlarıyla da konuştum. O yüzden çözümü değil çözüme giden yolu sorabiliyorum…
Şimdi çözüme dair bir şey ifade etmek gerçekten zor şu anda, çünkü memleket neresinden tutsan elinde kalıyor. Hukuk, eğitim, kültür politikaları… yani bunları düzeltmeden müzik dünyasının münhasıran düzelmesi biraz zor. Bence çok kapsamlı bir değişikliğe ihtiyacı var Türkiye’nin. Yine de bu konser meselesi, müzisyenler için çok önemli. Yani performans yapabiliyor olmaları… Beyoğlu’nun mesela bir aurası vardı. Her köşede canlı müzik yapılan bir yer, cazsa caz, rocksa rock, elektronikse elektronik vesaire… O kayboldu işte… Beyoğlu tatlıcılardan, parfümcülerden ibaret bir yer haline geldi. Kitapçılar kapandı… En beylik, bildiğimiz kitapçılar… Canlı müzik yapılan yerlerin artması gerekiyor. Canlı müzik yapılabiliyor olması gerekiyor. Mesela Yunanistan’da müzisyen arkadaşlarımız var, Yunanistan’ın ekonomik anlamda en kötü zamanında bile, maaşların ödenemediği zorlu bir süreçte bile o müzik alanı aktifti. Her köşe başında bir mekân vardı canlı müzik yapılan ve ülkenin o şartlarında insanlar hayatına devam edebildi bir şekilde. Türkiye’de şu an o da yok. Tamam ekonomi kötü, hukuk, eğitim vs dedik ama… Canlı müzik yapılabilecek yerlerin sayısı çok az. Yapılan yerler de çok zor ayakta duruyor, bir kısmı ruhsatını yenileyemiyor, şimdi bir de bu 00:00’dan sonra milleti rahatsız etme demeler filan… Yani buradan bir çıkış yolu nasıl bulacağız, düşmekte olduğumuz kuyunun dibini ne zaman göreceğiz bilmiyorum gerçekten. Aklıma gelen tek şey bol bol müzik yapmak, konserlerde bir araya gelmek… Belki daha küçük gruplar halinde, beş bin on bin kişilik konserler değil de yüz, yüz elli kişilik, iki yüz kişilik butik performanslarla… Ancak böyle ayakta kalabiliriz. Çünkü müzik sahnede yapılıyor… Stüdyoda yapılan tarafı daha mühendislik formu, daha başka bir tasarım. Tabii ki içinde müzik de var, ama iyi müzisyenlerin yetişmesi için performans gerekiyor.
Sinan’ın üzerinde durduğu bu mekânsız kalma, bir mekân içinde hem müzisyenin kimliğini yaşaması hem de o ilişkiyle müziğin hepimizde başka kanallar bulması, kendi adıma hem bizim evin sohbetlerinde çok yer etmesiyle hem de kişisel soru alanım olmasıyla pekiştiğim bir denk geliş oldu. Hele de mekânın bizlerle birlikte var olan aurası melesi… Son yıllarda Hollanda’ya göçtükten sonra müzikle ilişki kurmanın “mekân” dediğimizin etrafında düşünerek; kendi özelimde de burada tanışıp gözlediğim müzisyenlerde de hep yeniden, sıfırdan başlamakla başka bir hâl aldığını düşünüyorum. Sinan’ı dinlerken ise hem pandeminin hem de iktidarın mekânsızlık üzerinden yarattığı boşlukla göçmen olmaya gerek olmadan hepimizin yeniden başlamaya zorunlu olacağını hissediyorum.
Bu görüşme serisi bana öğrettiği kadar hatırlattığından, müzikolojik düşünmeye çalışan yanımı bir yana bırakarak naçizane daha çok alan açmak istediğimden artık son soruları ucu açık tutuyorum. Bu soru kimi zaman konuştuğum müzik insanın ana derdi oluyor, kimi zaman da serüvenine dair oluyor. Ama ille de karşımdakinin ağzından onun ritmiyle ve istediğince… Şimdi Sinan Sakızlı’dan bu röportaja henüz başlıyormuşçasına duyalım;
Neler söyleyebilirim… Kendi serüvenimden bahsedeyim biraz bakalım oradan neler çıkacak. Ben film müzikleri, belgesel müzikleri yaparak başladım. Sonra Baykuş Müziği kurduk. Baykuş Müzik zamanla STK gibi de bir şey haline gelmeye başladı (bu kez daha sevimli gülüyoruz). Yani çok emek harcadığımız, çok çaba harcadığımız, kendi hayat standartlarımıza göre de hayli yatırım yaptığımız bir şey. Gevende’ler Kırıka’lar filan oradan çıktı. Karşılığını finansal olarak çok uzun sürede ve çok gıdım gıdım alabildiğimiz bir hâl aldığı için bunu başka bir forma çevirme ihtiyacı duydum. Hayyam Stüdyoları’ı fikri de böyle oluştu. Akustik & mekân, performans & akustik ilişkisi üzerine kafa yormaya başladım çokça. Stüdyoculuk da ayrı deli işi tabii… Şimdi geldiğimiz noktada vurgulamak istediğim, temel arzum dünya standartlarında iş çıkmasını istiyorum Türkiye’den. Ya işte şu albümün soundu çok iyi bizimkiler niye öyle olmuyor filan gibi o üçüncü dünya ülkesi hissiyatından kurtulalım ve gerçekten o standartlarda iş çıkartalım istiyorum. Tabii çok büyük bir handikap var. Yurt dışında bizim işimizi yapan kurumlarla aynı paraları ödeyerek o mikrofonları, ekipmanları alıyoruz; ancak maalesef onların kazandığının beşte birini kazanıyoruz. Kur farkı, ülkenin alım gücü vs… Bu çok belimizi büküyor. Hayalim -evet demokratik alanda, hukuk anlamında pek çok sıkıntılarımız var ama- “Türkiye’den çok iyi müzik çıkıyor ya!” denecek noktaya gelmek. Bu da mümkün! Çünkü gerçekten çok iyi müzisyenler var Türkiye’de. Bu toprakların kültür derinliği, duygu derinliği inanılmaz. İç Anadolu’su ayrı, Karadeniz ayrı, Ege’si ayrı, çok acayip müzikler var ve çok iyi işler çıkartabiliriz. Bunu biliyorum. Etrafımızdaki müzisyenler bu konuda çok yetkin insanlar. Biz de Hayyam Stüdyoları olarak onun karşılığını vermeye çalışıyoruz. İşin teknik standartlarını oturtmak istiyoruz. ‘Kayıtlı müzik’ alanında bizden sonraki jenerasyonların devralacağı bir ekol oluşsun istiyoruz. Dediğim gibi hayalim her şeye rağmen “Türkiye’den acayip işler çıkıyor” denmesi. Benim de tutkum bu!…
Sohbetlerin sonuna vardığımda, günlük dertlerin yanında her üretenin temel derdini duymuş olmak, aktarma şansı bulmak kendi adıma çok kıymetli. Sinan’la olan sohbet de günün devamında beni böyle bir yerden yakalıyor. Bu tutkusunu paylaştıktan sonra zarifçe beni, eşimin müzik hayatını, Hollanda’daki yaşamı soruyor… Bu taraflara göç eden müzisyenlerden haber verip bu yeni göç dalgasının profiline dair düşündüklerini paylaşıyor. İstanbul’da muhakkak denk gelmek dileğiyle vedalaşıyoruz.
Görüşmeden bana kalan, birkaç yıldır beni sıklıkla meşgul eden müziğin mekânsal bağlamını yeniden ve başka yollardan düşünüyorum. Bir de “her şeye rağmen” dediğimizi…. En son ne zaman “her şeye rağmen” diyebildik? Diyebildiniz?