“… kimsesizliği, yalnızlığı anlatmayı seviyorum. Kendiyle, ilişkilerle, toplumsal baskının getirdiği yalnızlıkla uğraşan bir dert… …2002-2010 arası Kadıköy’ünü, arkadaşlıklarımı hep özlerim ben. …şimdi bambaşka bir şehirde yaşıyorsun, başka başka insanlar var… Özlem var yani…” Veys Çolak ile görüşmeden.
Veys Çolak ismini birçok yerde duyduğunuzu, okuduğunuzu ya da şarkılarını severek dinlediğinizi düşünüyorum. Peyk, Kesmeşeker gibi gruplarla çalmış, şimdilerde Babazula ile zaman zaman sahne alan; Melek Mosso, Eda Baba, Ceren Gündoğdu, Elçin Orçun, Melisa Karakurt ve Melis Karaduman gibi birçok isimle düet yapmış, çok enstrümanlı ve çok-disiplini bir müzisyen… Dahası müzik yazarlığı ve sahne fotoğrafçılığı gibi alanlarla da mesleğini bir arada tutmuş, beslemiş.

Kısacası Veys Çolak, müziğin performatif hâlinden ötesiyle ilgilenen, anlatan, üreten; sahnenin arkasındakileri de aynı amaçta buluşan farklı üretim noktalarıyla görünür kılmaya çalışan bir müzik insanı. 15 Nisan’da yayınlanacak albümünden, üretim süreçlerinden, müzik dünyasının sorunlarından, birçok konudan bahsettik. Benim için uzun zamandır göremediğim bir arkadaşımla kaldığımız yerden devam ediyormuşuz hissinin baskın olduğu sohbeti oldu.
Yalnızca kendi işini değil, üretiminin etrafında yeşerenleri besleyici olması için anlatan müzisyenlerle sohbet etme fırsatı inanılmaz keyifli. Bu keyifli sohbetin daha girişinden yolda olan albümü, Çolak’ın müzikal çemberinde neler değişiklik gösterdiğini kendisinden okuyarak başlayalım.
Albüm altı ay önce bitti aslında, biraz bekletmek istedim, çünkü bağımsız yayınlayacaktım, ama sonra planlarım değişti. Bağımsız yayınladığım, yirmi dört şarkı oldu. Çoğu yere ulaşamamak, adapte olamamak gibi nedenlerden arkadaşlarımın bir firması var (BBI) onlarla anlaşmaya karar verdim. Bağımsız olmak çok güzel, ama bir noktada yaptığınızın bir iş olduğunu, bu işten başkalarının da kazanması gerektiğini ve bu sayede işlerin büyüyeceğini kabul etmek gerekiyor. Sonuçta ben sadece müzikle yaşayıp geçiniyorum, bu sefer de bağımsız yayınlamayayım, dedim. Albümün içinden Melek Mosso ile yaptığımız düeti çıkardık, onu DMC’ye verdim ve albüm bana kalmış oldu. En son o yayınlandı işte.
Şimdi bekliyoruz, 18 Mart’ta “Yaralara Saygılar” diye bir şarkı çıkacak. Enerjisi “Kimsenin Kimsesi” tadında bir şarkı. Sonra 1 Nisan’da başka bir single çıkacak, parçanın ismi “Gülüşümden”. 15 Nisan’da da albümün çıkacak, öyle planladık yani…
Anlaştığın firmayı sosyal medyadan henüz duyurdun sanırım…
Evet evet, BBI (Bir Baba Indie) Müzik. Onlar benim hem arkadaşlarım hem de yeni büyüyen bir firma. Daha çok alternatif isimler var bünyelerinde. Büyük bir firmayla anlaşmaktansa, ‘alo’ dediğimde cevap alabileceğim, bana üretimin klip, kapak gibi kısımlarında da yardım edebilecek birileriyle olmak istedim. Yıllardır bunları kendim zaten yapıyordum ama yoruluyorsun. Bir noktada bu gibi şeylerde yardım almak gerekiyor. BBI ile dağıtımcı olarak anlaştık. Zaten şarkılarını bağımsız yayınlamadığında illa ki bir dağıtımcıyla çalışmak gerekiyor. Ben onlar üzerinden şarkıları yüklemiş oluyorum, onlar da bana birçok başka konuda destek veriyordu. Şimdi management anlamında da büyümeye başladılar. Böyle bir talep var… Müzisyenlerine konser talebi var, benimle de bunu yapmak istiyorlar. Ben de çok konser yapmak istemiyorum. Hem artık yirmi senelik tempo biraz yordu hem de son iki üç senedir arada bir konser yaparız ama kayıt, şarkı / albüm yayınlamak öncelik olsun düşüncesindeyim. Başka planlar vardı bir yandan, Berlin’e yerleşmeyi planlıyorum. Pandemiden önce gidecektim olmadı. Arada o da var yani… Şimdi mayıs sonunda Berlin’e geçeceğim yine buraya gel git yapacağım ama bütün sene oradayım gibi. Özetle biraz da bu yurtdışına taşınma planlarından çok konser yapmam, arada bir yaparım diyordum.
Yakın zamanda bir Almanya yaptın sanki ama değil mi? Orada da bir stüdyo süreci oldu diye hatırlıyorum, bir proje bağlantısı mıydı o?
Goethe Institute’den burs alan bir arkadaşım var. O, oranın sanatçısı. Dört yıldır onun projesini yönetiyoruz. Orada hem kayıt ve konserlerde gitar çalıyorum hem de aranjelerde destek oluyorum. O proje zaten enstitünün desteklediği bir şey olduğu için, çok güzel konserler yapıyor. Hatta bize bir Avrupa turnesi ayarlamışlardı, sonra pandemi başlayınca kaldı. Biraz talihsiz oldu. O turnenin ilk konserini Alman Cumhurbaşkanlığı sarayında yaptık, çok da özel bir konserdi. Proje aslında ara ara diriliyor, konserler yapıyor. Projedeki müzisyenler de Almanya, Türkiye, İspanya gibi farklı yerlerden, ara ara bir araya geliyorduk zaten. Bahsettiğim konsere de gidince biraz kalalım demiştik. Ama benim Berlin ile olan bağım öncesine dayanıyor. Fotoğrafçılık ve video işlerim de var benim, ikinci mesleğim gibi, bir süredir yoğunluktan yapamıyorum. Almanya’da Gezi’de çektiğim fotoğrafları bir sergiye dahil ettiler, davet edildim. Aff Galerie de 2016 yazında oraya katıldım. Zaten orada yaşayan çok arkadaşım da var, sergiden sonra da her sene gitmeye başladım.
Burada biraz başa saralım istiyorum. Şarkılarında hem özlediğimiz ferah bir üslup var hem müzikli bir tiyatro oyununda kullanılsa şık durur, kendinden klipli bir hâl var. Öte taraftan hiç beklemediğimiz yerlerde nağmeler çalınabiliyor kulağımıza (Gülüyoruz burada). Sonra senin de Müzikoloji eğitimi aldığını görünce, acaba nasıl bir müzikoloji eğitimi aldı, diye düşünmeden edemedim. Malum hem Türkiye’de hem de dünyada başka başka enstitülere bağlı Müzikoloji ve alınan eğitim de ona göre şekilleniyor. Sen nasıl bir müzikoloji eğitimi aldın? Nasıl bir yerden dokunuyor orası üretimlerine?
Aslında çocukluktan beri müzik yapıyordum ben. Gitar, bağlama, klavye gibi enstrümanları çalıyordum. Üniversiteyi Kocaeli Müzikoloji’de okudum. Okulun kendi kadrosundan başka Mimar Sinan’dan Marmara’dan da hocalar gelirdi. Güzel sanatlara bağlıydı benim zamanımda bölüm. Eğitim kısmında da herkesin ana bir sazı olurdu, onun yanına piyano zaten şart, çalman lazım. Bir yıl klasik gitar okudum, ama elektrik gitar da yavaştan çalmaya başlamıştım, birlikte pek olmadılar. Ağırlığı piyanoya verdim sonra. Diğer yandan eser analizleri olsun, armoni çalışmaları olsun, müzik toplulukları ve dünya müzikleri, kültür okumaları vardı… Ben zaten hep müzik yapmak üretmek, sahnede olmak istiyordum. Konsevatuar ya da Müzik Eğitimi okuyan arkadaşlarımı düşününce belki farkında olmadan doğru şeyi seçmişim diyorum. Çünkü müzikoloji işin bana hem teorik kısmını hem tarihsel kısmını hem de enstrüman mantığını güzel işledi. Ama tabii, okul dışında ne yaptıysan oradan daha etkili oluyor bence, orada da piyasada çaldım…
(Burada biraz şarkı sözlerinden bahsedip gülüyoruz) Bu son birkaç gündür daha yoğun dinliyorum şarkılarını da “itlik serselik” üzerine methiye düzebilmek tam bir müzikoloğun işi olabilirdi düşündüm (gülüyoruz).
Her şarkının bir hikâyesi var işte. O kısmı bence biraz, öğrenciyken yaptığım müzik yazarlığı ile ilgili. Yüxexes, Karakalem gibi dergilerde altı yıl kadar yazdım. Sürekli okuyup yazarak para kazanabildiğim bir süreçti. O zaman bir de barda çalışıyordum, ikisinden de para kazanabildiğimi görünce, ‘ben yazı yazayım daha tatlı’ dedim. Öte yandan şiirle de ilgiliydim hep, bir şey yazmayla okumayla… 2010’da çoğu derginin kapandığı kriz döneminde dergilere yazmayı bıraktım, bence o yazma ihtiyacı şarkı sözlerine yöneldi.
Konser vermeyle ilgili biraz yorgun olduğundan bahsettin. Birçok şeyi yalnız yönettiğini tahmin ediyorum. Ne kadar çok isimle çalıyorsun! İş birlikleri, düet şarkılar… İstanbul’un kaotik hâlinde arkadaş buluşmaları bile her zaman kolay olmaz, ertelenir, iptaller yaşanır… Nasıl organize ettin/iz o süreçleri?
Her grupla, her müzisyenle farklı bir süreç işliyor. Benim şansım, müziğini sevdiğim arkadaşlarımla çalışmış oldum. Mesela Fatih Erdemci’yi çok severim, yollarımız bir şekilde kesişti. Murat Köseoğlu’nu çok severim, yollarımız kesişti… Her şey birbirine çok bağlı aslında. Zamanında barda çalıştığım sıra, Güven Erkin Erkal’ın gelip bana müzik yazarlığı teklif etmesiyle yazarlık gelişti. Öte yandan yine barmenlik yaptığım sıra sahnede Kesmeşeker var… Yıllar sonra Peyk benim ailem gibi, zaten Özgür (Ulusoy) hoca da benim okuldan kompozisyon hocam 2001-2005lerden beri tanışıyoruz hepsiyle, Peyk ile çalıyordum, Kesmeşeker’e çağırdılar, orada çalmaya başladım. Kesmeşekerle çalarken bir yandan zaten Taksim’deki barlarda birkaç grupla hem geçinmek için çalıyordum hem de cover gruplarıyla kendimi geliştiriyordum. Böyle sürekli bir trafik vardı yani. Böyle olunca da seni duyuyorlar, izliyorlar. İletişimini ve müziğini beğendikleri için bir araya gelebiliyorsun insanlarla. Kimse virtüöz aramıyor, herkes aslında iyi anlaşabileceği bir yol arkadaşı arıyor. Böyle böyle birbirini tanıyorsun birlikte bir şey yapmak anlamında. Bir de zaten Kadıköy’deysen, müzik yapıyorsan ve bir süredir buradaysan bir şekilde o çevreyi tanıyorsun, herkesle bir yerlerde çalmış oluyorsun.
Şarkılar çıkarken, birlikte çalmayı kurguladığın birileri oluyor mu, yoksa şarkı çıktıktan sonra mı şekilleniyor o süreç?
O şöyle işliyor; “Merhum” da ben Eda Baba’nın sesini, tarzını düşünerek yazdım. Hatta yakın tonları, ortak noktaları aramaya çalıştım. “Merhum” öyle çıktı, çok beğenildi. Sonra, “Hâl”de Melisa’nın (Karakurt) sesini çok duyuyordum; belki çok tarzı değildi ama “Hâl” bence çok eğlenceli bir şarkı ve seslerimiz uyarsa çok güzel olur, diye düşündüm. Bazen ben karşımdakine uyuyorum, bazen onları bana ton anlamında uyduracak şekilde yazıyorum. Yani zaten şarkıyı, sözü, müziği, kayıdı ve aranjeyi her şeyi yapıyorsan feat. yapacak isme sadece gelip söylemek kalıyor. E hepsiyle de bir şekilde aynı müzik çevresindeyiz, arkadaşlığımız var. Genelde de geri çevirmiyorlar beni… Aslında çok fazla da featuring yapmayı, düşünen biri değilim. Ama 2020’de özellikle, bu şarkı işte Elçin’le (Orçun) mi güzel olur, kimle tatlı tınlar, Ceren (Gündoğdu) söylese nasıl olur, gibi düşünceler gelişti. Mesela Elçin (Orçun) ile farklı işliyor süreç. Bütün şarkıları oturup beraber yazıyoruz. Ya da ben müziği yazıyorum o sözü üzerine oturtuyor, benim söyleyeceğim kısmı bana bırakıyor, ben oraya kendim söz yazıyorum ve çok akıcı çalışabiliyoruz. Ya da başka bir örnek, Melis’le (Karaduman) olan şarkıda, Melis şarkıyı zaten yazmıştı, buna bir şeyler yazar mıyım, diye sordu. Dinledikten sonra kısa sürede çıktı o da çünkü enerjisi çok güzel “Tek Başıma” nın. Bir de kayıt kısımlarını ben üstleniyorum, galiba en büyük avantaj o. Okulunu okumuş olmak, çok enstrümanlı olmak (davul, bas, piyano, gitar), yıllarca sahnede pişmek hepsi bir araya gelince üretme sırasında aranjeyi; kim nerde ne çalmalı, müziğe ne koyarsan kalabalık olur ne koyarsan sadeleşir anlamında çözmüş oluyorsun. Aslında ben yeni kuşağa göre hâlâ eski kafalı bile kalıyorum. Bu da benim imkanlarımla ilgili herhalde. Ben de yeni aranjeler yapmak isterim eski soundla…
Ekipman ve teknolojinin hızlı değişimiyle ilgili sanırım bu değil mi?
Evet… Ben hâlâ küçük evimde çok mütevazi bir ekipmanla yapıyorum her şeyimi. Her enstrümanı ben çalmak istemiyorum, ama yol almak için de bir şekilde böyle ilerliyor. Davulu ben çalmıyorum yalnız, o kısmını Gencay Kıymaz çok sevdiğim ve güvendiğim bir arkadaşım ona emanet ediyorum. O zaten şarkıyı severse birkaç kayıt alıyor, ama bazen de benim aklımda bir şey oluyor. Bir onu çalıyor bir de kendi kafasında belireni… Çoğunlukla da onun hissettiğine daha meyilli oluyorum, çünkü doğru hissediyor, güveniyorum. Neyse, Gencay’dan çıkanın üzerine ben yeniden oturup her enstrümanı çalıp toparlıyorum parçayı. Vokali kaydetmeden evvel bir renk saz varsa onu toparlıyorum. Varsa çalabilecek arkadaşım ya bana geliyorlar ya ben ekipmanı toparlayıp ona gidiyorum (burada arkadaşlarını işin içine dahil edişini esprili bir yerden anlatıyor gülüyoruz). Kayıt süreci bitince de Anıl Çifter (Jinxx Productions) devreye giriyor. Bütün mix ve masteringlerimi o yapıyor, bazı parçalarda zaman zaman bas gitar da çalar, on yıldır birçok işte birlikte çalışıyoruz. Bir şarkının çıkmasındaki toplama bakınca aslında üç kişi süreci tamamlamış oluyoruz ve bu hâliyle hızlı olabiliyor. Bir yandan da bu hızda sanırım, kenarda yazılmış bekleyen çok şarkımın olması etkili. Pandemide her ay bir şarkı yayınladım, iki seneyi geçti. Yani şimdi önümüzdeki günlerde albüm çıkınca otuz dört şarkı olmuş olacak. Albüm altı aydır bitik, hazırda bekliyor ve ben şu an albümden sonrası için üçüncü bir şarkının hazırlığındayım. Bir yere yetişme kaygısı olmadan, sistemi besleyeyim gibi bir dürtü olmadan kendiliğinden bir ritme bindi üretim sürecim… Başlarda sanırım biraz içerik üretmek, şarkı yapmak, konser vermek telaşı vardı elbette, ama şimdi yaşarken kızdığım bir şeyle başa çıkmak için bile bir şarkının, gitarın başına oturma hâline döndü. Başa dönerek söyleyeyim bu bahsettiğim hız ve bir ritim böyle yolunu buldu.
Dinleyici kısmında da bir şarkıyı alma, onunla vakit geçirme biçimi değişti sanki. Pandemiden sonra bir hikâyeye ortak olma isteği sanki daha ağırlık kazandı. Beklentiler anlamında böyle bir değişiklik seziyorum ben de acaba onun verdiği bir rahatlama olabilir mi? Gitarın, şarkının başına oturma hâlinden bahsetmen bunu düşündürttü biraz…
Olabilir, evet. Zaten pandemi boyunca, bu kadar işsiz kalmamıza rağmen delirmediysek biraz müzik sayesinde.
Güzel hatırlattın. Pandemide müzik dünyasının sıkıntıları çok daha hissedilir oldu ve bir şeyler yapmak gerekliği çok tartışıldı. Ben de “Müzisyenin Ağzından” serisine girişmiştim. Ama sonra yeni röportaj tekliflerim “pandemimi kaldı artık, sahneler açıldı” gibi cevaplar alır oldu. Ben de durdum. Aslında sorunlar orada duruyor, müzisyenler kaybettiklerini ekonomik olarak yerine koymaya çalışıyor hızlanan etkinlik takvimiyle gibi geliyor. Hâlâ güvencesiz sahne almak bir mesele olmalı yani… Hem bedeninin hem eserinin güvencesi var mı, o süreç seni nasıl etkiledi?
Aslında bu ülkede hepsi çok zor biliyorsun. Ama işte sağlık sigortası dediğin şeyi dışarıdan yatırdığın sürece evet hastaneye gidip tedavi olabiliyorsun. Ben Türkiye’de emekliliğe inanmıyorum gerçekten… Eserinin haklarıyla ilgili ise, şunu söyleyebilirim; şirketlerin hepsi o hakların peşinde. Daha fazla almanın peşinde. Dağıtımcıyla çalışıyorlar genelde, n’apıyorlar; no name ise müzisyene bir miktar para verip şarkının yüzde doksan haklarını alıyorlar. O yüzde on sanatçıya kalıyor bir şekilde. Öylesi bir sözleşmeye imza attırıyorlar sana yani. E ondan sonra ne yaparsan yap, mevzu onlarda aslında. Olur da milyon dinlenir, patlarsa yaptığın iş, mecbur yine konserden kazanmaya çalışıyorsun. Şu an herkes bunu yaşıyor. İşin dijital kısmı tartışmaya çok açık ve kaotik bir hâlde ilerliyor. Suçlar bir yerden söylemiyorum ama, yüzden doksan sanatçının haklarını almak yanlış… Öte yandan şirket yatırım yapıyorsa müzisyenine, iyi pr yapıyorsa, avans veriyorsa belki, stüdyosunu ayarlıyorsa, bütçemiz bu imkanlarımız bu sen yeter ki üret diyorsa, bu dünyanın her yerinde böyle, o zaman tabii ki bir hâk alması lazım. Ama no name müzisyenlere şirketler böyle imkanlar sağlamıyor. Popüler isimlere sağlıyorlar, popüler isimlerin ne kadar ihtiyacı var emin değilim zaten popülerler yani… Böyle dengesiz bir durum var ortada. Kim, nereyle nasıl anlaşırsa ve ne yapabilirse gibi bir hâl…
Peki, sen şimdi yolda olan albümün için haklarını gözetebileceğini düşünüyor musun? Orada içine sinen bir antlaşma oldu mu?
Benim şu an yalnızca dağıtımcı antlaşmam var. Şarkılarımı alıp dijital mecralarda yayınlıyorlar. Bunun için bir pay elbette alıyorlar, ama benim çalıştığım şirket de ana dağıtımcı bir şirketle çalışıyor. Dolayısıyla onların da onlarla bir antlaşması var. Yani ben gelirin şu kadar yüzdesi bana kalıyor desem de onlar da bir dağıtımcıyla antlaştıkları için aslında bana yine o kadar kalmıyor. Ama benim bağımsız bir şekilde şarkılarımı yüklediğimde aldığım telif ve ulaştığım kitle ile, dağıtımcının ulaştığı kitle, alan daha farklı. Bunu hem BBI özelinde hem de herhangi bir şirketle çalışma örneği üzerinden söylüyorum. INgrooves, Believe, Orchard gibi ana dağıtımcıların şarkıyı yayınlaması, mecralara yüklemesi farklı. Çünkü aldıkları, paylar oranlar farklı… Ben bir şarkı, on şarkı yüklerken onlar her hafta binlerce şarkı yüklüyorlar platformlara. Yani sistemin tekeli hep onlarda, ana dağıtımcılarda. Telif haklarıyla ilgili zaten MESAM, MSG üyesiyiz birçok müzisyen. Ben aynı zamanda bir edisyon firmasıyla da çalışıyorum. Herhangi bir durumda müzik hukuku ile ilgili avukat görüşmelerim de olabilsin, haklarımı savunabileyim diye. Yirmi yıldır müzik piyasasındayım son on yılında da işin arka planında ne olduğunu daha çok gözetmeye çalışıyorum. Bu hep derdini duyduğum bir şeydi, üzerine okuduğum, araştırdığım… Dergide yazdığım dönemde de kaç kere IMÇ’ye gidip röportajlar yaptım, dosya hazırladım telif haklarıyla ilgili… Daha Spotify yokken hayatımızda “Müziğin Bir Karşılığı Olmalı mı?” diye bir yazı hazırlamıştım. Yani zaten çok içinde olduğum bir konuydu. Şimdi bakışaçısı, çerçevesi değişmiş oldu. Fiziksel olarak çok şey değişti, artık IMÇ yok dijital dünya var, büyük firmalar var…
Müzik hukukuyla da ilgilenmeyi, onu da gözetmeyi ilk kez bir müzisyenden duyuyorum sanırım. Akademik dünyada da buna dair bilgilenme ve bilgilendirme adımları, hibrit seminerlerle hızlandı. Onlardan birine dileyici olarak katılmıştım ve anlatıcı avukatı dinlerken çok fazla şey var müzisyenler, müzik emekçileri ne kadarından haberdar, diye düşünmüştüm. Öte yandan bunları yönetmesi gereken kişi müzisyen mi…
Çoğu müzisyen haberdar değil işin hukuki kısmından evet. Bilmek istemeyeni çok, haklılar da müziğini yapmak üretmek istiyor… Ben de öyle olsun çok istiyorum, ama maalesef çok daha fazlasını yapmamız gerekiyor.
Konuyu biraz göç edecek olmana getirmek istiyorum. Neden taşınıyorsun Berlin’e?
Seviyorum Berlin’i, farklı farklı işler yapan üreten arkadaşlarım var orada. Bir de 2001’de Kadıköy’e geldim, 2004’te tamamen taşındım… Oradaki sakinliği, kurallı oluşu seviyorum. Mesela, geçenlerde bana scooter çarptı, komedi bu o kadar şarkı yap haber olmasın ama bu haber mynet’te kapak olmuş…
(Burada bu hadisenin İngilizce haberinin dahi yapılmasına gülüyoruz)
Geçmiş olsun…
Teşekkür ederim, bir on beş gün gitar çalamadım, ciddi bir şey olmadı. Yani hiçbir garantisi yok anlatabiliyor muyum… Ben ışığı takip eder yeşili beklerim. Kaldırımdan, ters yönden gelip bana çarpıyor. Bu tür şeyleri çok yaşadım. Kurallı olmaktan kastım böyle şeyler üzerine… Neyse bunlardan başka, yirmi yıldır burada yaşıyorum, burayı zaten seviyorum, Kadıköy’de büyüdüm diyebilirim… Ama biraz farklı bir ortamda çalışmak, vizyonu genişletmek lazım. Gidişimdeki asıl sebep, oradaki müzisyenler ne yapıyor, bizim kaygılarımızdan uzakta ne yapılabilir, bu kaygılardan uzaklaşabilir miyim, oradaki müzisyenlerle ortak bir şeyler İngilizce / Almanca şarkılar yapabilir miyiz, biraz bunları tatmak istiyorum. Çünkü Almanya’da yaptığımız her işte çok güzel hissettim. Ve o farklı bakış açısını müziğe katmanın, o fikirleri toplamanın, ortaya çıkan şeyi güzelleştirdiğini anlamaya başlıyorsun.
Umarım taşındıktan, orayı deneyimledikten sonra da konuşma şansımız olur. Göç başka bir deneyimmiş benim de bunu fark etmem, anlamam buraya taşındıktan epey sonra oldu. Senin örneğinde güzel bir temel atılmış gibi duyuyorum. Umarım güzel bir süreç işler…
Mutlaka olur. Evet… Bir de ben zaten “abi lanet olsun buraya da” diyerek gitmiyorum ki. Sadece buradaki enerjiyi biraz dağıtmak istiyorum. Orada da bir şeyler yapabilir miyim, kendime göstermek… Tamamen kopmak mümkün değil, Türkçe müzik yapıyorum zaten nasıl kopayım… Bir de özlersin, bu çok doğal. Ben git gel yapayım, burada da konserler vereyim ama çoğunlukla orada olayım niyetindeyim. Ne kadar süreliğine, bilmiyorum…
Güzel gelir umarım! Peki, albümün ismini sorabiliyor muyum? Nasıl bir şey beklemeli dinleyici?
Tabii. Albümün ismini “Denizin Öte Yanı” koydum. Albümde böyle bir parça yok, ama hissiyat olarak, kapakla da ilgili belki, bu isim doğru geldi. Yedi şarkı var, diğer şarkıları sonraya sakladım. Onlar daha farklı. Bu albüm de geçen iki senemin özeti gibi aslında. Bir şarkı reggae-pop, bir şarkı elektronik-pop gibi başka bir şarkı retro-rock gibi… Albümün genelinde bir alternatif pop havası var.
Sohbetin bu kısmında, albümden sonra gelecek olan şarkıların havasına dair ipuçları veriyor Veys. Müzikal anlamda farklı sound ve türleri denemeyi sevdiğini, yapıp rafa kaldırıp beklettiklerinin de hikâyesinden bahsederek anlatıyor. Kafanın dağınık çalışmasından, bunun getirdiği çeşitlilikten, uğraştığımız birçok şeyin elimizin altında olsun isteyişimizden bahsediyoruz biraz. Sonra ben yine getirip konuyu ‘dert’ meselesine bağlıyorum. Üretme, söz söyleme ve yerinde duramama ihtiyaçlarımızın bununla ilgili olduğunu düşündüğümden müzisyenlere buna dönük soru sormayı seviyorum. Veys’den dinleyelim;
Ben şarkılarımda daha çok kimsesizliği, yalnızlığı anlatmayı seviyorum. Şarkılarımda da açıkça var bu aslında. Kendiyle, ilişkilerle, toplumsal baskının getirdiği yalnızlıkla uğraşan bir dert… Yer yer politik, ama bunu şarkılarımda o kadar açık görmedik henüz. Belki onun da zamanı vardır, ne geliyorsa onu döküyorum, o da zaman içerisinde dönüşüyor ve aslında derdi de öyle anlatmış oluyorsun galiba. “Naz” şarkısı mesela… yine kendini sorguluyor, geçmişi özlüyor… Bende de o var zaten. 2002-2010 arası Kadıköy’ünü, arkadaşlıklarımı hep özlerim ben. Çünkü o geçeli on yıl olmuş, şimdi bambaşka bir şehirde yaşıyorsun, başka başka insanlar var, o zamanın geri gelmeyeceğini biliyorsun… Özlem var yani… Şimdi albümle birlikte 15 Nisan’da çıkacak “Dilimin Ucunda” diye bir parçam var. O çok gurur duyduğum bir parça oldu. Bu odanın içinde geçiyor. Bir durum anlatıyor, aşk şarkısı gibi ama bu küçük odadan dışarıya nasıl açılabileceğini anlatan bir şarkı. “Günahkâr” diye bir şarkı var albümde mesela, çok arabesk tınlıyor ama kendime müzikal sınırlar anlamında kanıtlamam gereken bir şarkı yapma isteğiydi o da. Dertten buralara geldik, ama…
Gayet güzel bir yerde bağlıyoruz. Şarkılarıyla konuştuğu, o bahsettiği derdin açığa çıktığı bir yerde… Buradan sonra şehrin değişimini, zaman zaman yabancılaşmanın üretim sürecini nasıl etkilediğini, nasıl bir duygu çemberi kurduğunu konuşarak sonlandırıyoruz sohbetimizi.
Veys’in anlattığı Kadıköy’deki hayat, müzik çevresi, onun üretmeye başladığı dönemler, isimler, dertler, anılar benim lise yıllarımda dışarıdan izleyerek büyüdüğüm sahneler… Bu yüzden bir kez daha onunla sohbet etme fırsatı yakaladığıma tanıştığıma mutlu ayrılıyorum. Yeni parçalarının heyecanıyla…
Veys’i dinlerken defterime şöyle bir not düşmüşüm: “şarkıların üretim süreçlerinden bahsederken evden eve stüdyo köprüleri kurulmuş, meşakkatli bir süreçten bahşediyor. O anlatırken “hız” dedi, ama baştan sona dinlediğim şeyde anahtar sözcükler çevre, müzik scene ve iletişim.” Günümüzün koşullarında her müzisyenin eşit imkanlara sahip olamadığını düşünürsek kolektif olmanın, iş birliklerine açık ve bir müzik çevresine sahip olmanın önemi çok açık. Üreten olabilmek için beslemek ve beslenmek iç içe…